Kategoriler

BABAMIN HİKÂYESİ / Erhan ÇAMURCU

BABAMIN HİKÂYESİ

Hastane koridorları, bize insan hikâyelerini en yalın haliyle sunarlar. İnsanlar; sevinçlerini süsler, korkularını gizler ama acılarını ulu orta sererler. Babamın tedavisi için üç gündür hastanedeyim. Burada insanlar konuşacak birini buldu mu içindeki bütün acıyı dökmeden bırakmıyor. Kırklı yaşlarında bir adamla tanıştım. Bir iki dakika sohbetten sonra yatağında doğrulup derin bir ah çekti, başladı anlatmaya:

Acı imiş insanı birbirine yaklaştıran. Bir insanın mutluluğunu görün, sevincine ortak olun; bu ortaklık bir yerden sonra tükenirmiş ama acısını, derdini, hüznünü gördüğünüz bir adam; mıh gibi çakılırmış zihninize. Bundan sebep belki de mahpus arkadaşlıkları, hastane dostlukları unutulmazmış. Üç ay boyunca aynı odada kaldığımız akciğer kanseri bir adamın hikâyesi beni öylesine etkiledi ki hikâye onun başından mı geçti yoksa ben mi yaşadım o ömrü, artık bilemiyorum. Son zamanlarda neredeyse her gece aynı hikâyeyi anlatıp duruyorum. Ya ben bir ömürdür düşteyim, ya da ömrüm bir düş gibi gözümün önüne gelip duruyor. Ben size hikâyeyi anlatayım; varın siz karar verin; düş müdür, gerçek mi.

Bu, benim babamın hikâyesi. Kırk ikisinde kansere yenik düşen o koca yürekli adamın hikâyesi. Çocukluğum babamın sabahlara dek süren böğürmelerini dinleyerek geçti. Evet, yanlış duymadınız; inlemezdi babam, böğürürdü ağrıdan. Sonraları bir sürü ağrı kesici ismi duydum ama o zamanlar bir tek gözyaşımız vardı ağrımızı dindirecek. Anam, babamın böğürtülerinden korkmayalım diye bizimle yatardı. Gözünün yaşından sırılsıklam olan yastık kılıfını her sabah gaybdan bir müjde gibi esen sabah yeliyle kuruturdu.

Herkesin çocukluk arkadaşı vardır; sokakta oynadığı oyunlar, unutamadığı anıları, eski ramazanları, bayramları, akraba ziyaretleri… Benim çocukluğumda ise sadece babamın böğürtüleri var. Mahalle arasında her evin önünde oynayan çocukları görebilirdiniz ama bizim evin önü yasaklıydı adeta. “Böğüren adamın evinin önünde oynamam!” diyordu bütün çocuklar. O ev, benim çocukluğumun evi; kırk ikisinde kansere yenik düşen koca yürekli adamın, ağrıdan kemikleri çatırdaya çatırdaya ölen Cenderme Abduk’un evi. İşte bu hikâye; Cenderme Abduk’un, Cenderme Abduk’tan geriye kalanların hikâyesi.
İlk gençliğim, babamın iyiliklerini dinlemekle geçti. Daha on iki yaşındaydım onu toprağa verdiğimizde. “Babanın acıları dindi yavrum. Allah onu cennetine aldı!” dediklerinde babasız kalmanın sabahlara kadar acıdan kıvranan bir babaya sahip olmaktan beter olabileceğini bilemezdim elbette. Günlerce gelenimiz gidenimiz eksilmedi. Her gelen babamın iyiliğinden söz etti. Kimini borçtan kurtarmış, kiminin müşkül bir işini çözmüştü. Kiminin çiftine, kiminin çubuğuna yardım etmiş; kimseye kem söz ettiği işitilmemiş. “Hastalanıp yatağa düştüğü güne kadar hiçbir sabah namazını kaçırdığını bilmem, bazen saat bozulurdu da sağ olsun Abduk uyandırırdı beni; mekânı cennet olsun.” dedi imam efendi. Hacı Sefer; “Köyün çocukları da pek severdi rahmetliyi, cebinden şekeri eksik etmezdi.” diye ekledi. İkisini de mütebessim bir şekilde dinleyen Cemil Dayı, çok daha mühim bir şey söyleyecek gibi hafifçe doğrulup; “Bizim Mürsel, kız kaçırmış dediler Tepeköy’den. Çaresiz sakladık çocukları. Adamlar sabah köyü bastı, ‘Mürsel’i de kızı da verin, yoksa bütün köyün samanlıklarını yakarız!’ diye kestirip attılar. Bizim köy, bir avuç insan; kavga bilmez, dövüş bilmez! Abduk, dağ gibi dikildi adamların karşısına. ‘Hele bir kibriti çak, alimallah önce seni yakarım!’ deyiverdi. Adamlar daha ne olduğunu anlayamadan Mürsel’i de kızı da kaçırdı köyden. Haftasına kalmadan da dünürleri barıştırdı.” diye, daha sonra defalarca Mürsel Abi’den de dinlediğim hikâyeyi anlattı. Hacı Sefer; “Abduk olmasa bize rahat vermezdi Tepeköy’ün eşkıyası. Allah ondan razı olsun, hepimizde hakkı var. Boşa mı ‘cenderme’ dedik ona.” diyerek yüzümüzü biraz olsun güldürmeye çalıştı. Zaman geçtikçe gelip gitmeler de azaldı, babamın iyiliklerinden söz etmeler de.

Gençliğim, babamın emaneti olan anamın direnmeleriyle geçti. Nelere direnmedi ki anam! Kırk yaşını doldurmadan altı çocukla bir başına kalakalmış zavallı bir kadın, nelere direnmek zorunda kalır, hiç düşündün mü? Erkekler asla evlenmez böyle bir kadınla ama evine rahatça girip çıkabilmek isterler. Birinden ufacık bir yardım istese karşılığında ondan isteyecekleri şey bellidir. Aç kurtlar gibi etrafında gezinirler de gözünden akan yaşa aldırış etmezler. En küçüğü beş, en büyüğü on dört yaşında altı çocuk; ne karınları doyar, ne ihtiyaçları tükenir. Kendi tarlasını ekip biçemedi de yıllarca milletin tarlalarında ırgatlık yaptı anam. Kimselere derdini açamadı. Öcü gibi kaçtı kadınlar, kocalarımıza musallat oluverir diye. O da kocalarından kaçtı kurt görmüş kuzu gibi. Tuttu kendi kendisiyle konuşmaya başladı. Ne bilirdik içten içe kocasıyla dertleştiğini. Kaç gece sinirinden ağladı, kimselere açamadığı dertleri yüzünden sinir krizleri geçirdi. “Cinlere karıştı!” dediler. “Cinlerle konuşuyor!” dediler. İstediğini alamayan adamlar; “Buna cinler musallat olmuş, cinlerden çocuk yapmış bu!” diye bütün köyü düşman ettiler anama. Anam da iyice uzaklaştı insanlardan, kendi kabuğuna çekilip insanların biçtiği bu rolü kabullendi.

Otuzlu yaşlarım, anamın yaralarını sarmaya çalışırken kendimi yaralamakla geçti. Aklımın erdiği her yolu denedim. İş kurmaya, para kazanmaya, kardeşlerimi bir arada tutmaya, anamı rahat ettirmeye çalıştım ama hangi işe el atsam kurudu. Sanki lanetli gibiydim. Babamdan kalan tarlaları satıp sermaye yapmak istedim;kiminin hiç tapusu çıkmadı, kimisinin tapusu başkalarının üstüne çıktı. Elimizde kalan üç beş dönüm tarlayı da üç otuz paraya satabildim amcalarıma. İş yaptım, para isteyemedim; mal sattım, parasını toplayamadım. Dost bilip ortaklık ettim; ortaklarım zengin oldu, beniflas ettim. Önüme düşecek bir büyük bulamayınca elde avuçta ne varsa kurudu gitti işte. Kardeşlerimi bir araya getirmeye çalıştıkça onları hem kendimden hem de birbirlerinden daha da uzaklaştırdım. Şimdi her biri bir yerde, kimsenin bir diğerinden haberi yok. Kim bilir kaç sefer kendi kendime; “Hasta yatağında inlese de başımızda bir baba olsaydı keşke!” diye dertlendim.

Ömrümün son altı ayı babamın ağrılarını anlamakla geçiyor. Yıllardır benimle birlikte büyüyüp duran kanserli hücreler nihayet gemi azıya aldı işte. Öksürük şikâyetiyle girdiğim şu kapıdan altı aydır çıkamadım, buradan sağ çıkacağıma da hiç ümidim yok. Babamın neden sabahlara kadar böğürdüğünü şimdi daha iyi anlıyorum. Sadece vücut ağrıları değil, gönül ağrıları da azıyormuş geceleri. Babamın ölümünden sonra başımıza gelenleri düşündükçe çocuğumuzun olmayışına şükrediyorum. Oysa nasıl da dert etmiştim ilk başlarda. Bir oğlum olsaydı adını Abdullah koyacaktım, Allah’tan başkasına kul olmasın diye. “Cenderme Abduk” diyecektim ona, hem kardeşlerini hem bizi koruyup kollasın diye. Gel gör ki bir Cenderme Abduk’u daha istemedi Cenab-ı Allah. Elbette hayırlısını O bilir. Aha bu serumların beni iyileştirmeyeceğini de biliyorum. Ölürken acı çekmeyeyim diye veriyorlar bu serumları ama içimde öyle bir acı var ki şimdi; sabahlara kadar böğürmek istiyorum babam gibi.

Yüzünü pencereye döndü, gözünden iki damla yaş süzüldü. Biraz sonra serumların etkisiyle derin bir uykuya daldı. Bu ilaçlar yüzünden ölüm bile ölüm gibi yaşanmıyor işte.

Erhan ÇAMURCU

ERHAN ÇAMURCU

1986’da Samsun’un Vezirköprü ilçesine bağlı Yeşilada Köyü’nde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Vezirköprü’de tamamladıktan sonra 2009’da Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu.
Halen Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışmakta olup Edebiyat Ortamı, Yolcu, Mahfel, Temmuz, Ay Vakti, Açıkkara, Hece Taşları, Sebilürreşad, Gergef, Bekir Abi gibi çeşitli dergilerde ve sosyal platformlarda öykü, şiir ve denemeleri yayımlanmaktadır. 2020 yılında ilk öykü kitabı “Kıyısız”ı yayımlamış olan yazarın Beni Çağıran Kitaplar adlı bir de deneme kitabı mevcuttur. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Görüntüleme:
392
Makale Kategorileri:
Edebiyat · Öykü

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Araç çubuğuna atla